31 Ekim 2013 Perşembe

Mutluluğun Gizi

190. Gün (Mutluluğun Gizi)

Bir tüccar mutluluğun gizini öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış. Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş. Dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış.

Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış. Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama mutluluğun gizini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. “Ama sizden bir ricada bulunacağım,” diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip, sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş. “Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.”

Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. “Güzel” demiş bilge, “Peki, yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan başının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?”

Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş. “Öyleyse git, evrenin harikalarını tanı.” demiş ona bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.”

İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini tüm ayrıntılarıyla anlatmış. “Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.

“Peki” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, “Sana verebileceğim tek öğüt var.
Mutluluğun gizi dünyanın tüm harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan...


Renk Kodu: C: 14 M: 50  Y: 75 K: 66

30 Ekim 2013 Çarşamba

Kalbin Şiirselliği

189. Gün (Kalbin Şiirselliği)

Kafanın zekâsına zekâ bile denemez; o bilgili olmaktır. Kalbin zekâsı ise zekâdır, mevcut olan yegâne zekâdır. Kafa yalnızca bir toplayıcıdır. O her zaman eskidir, o asla yeni değildir, hiçbir zaman orijinal değildir. O belirli amaçlar için iyidir: Dosyalamak için mükemmeldir! Ve hayatta kişi buna gereksinim duyar; pek çok şeyin hatırlanması mecburidir. Zihin, kafa biyolojik bir bilgisayardır. Ona bilgi yüklemeye de devam edebilirsin ve ne zaman ihtiyaç duyarsan onu oradan çıkarabilirsin. O matematik için, hesap yapmak için iyidir, günü birlik hayat, ticaret hayatı için iyidir. Ama şayet bunun hayatın tümü olduğunu düşünüyorsan aptal olarak kalacaksın. Hiçbir zaman hissetmenin güzelliğini ve kalbin lütuflarını bilemeyeceksin. Sadece kalp aracılığıyla hayat bulan zarafeti, kalp aracılığıyla gelen Tanrısallığı bilmeyeceksin. Asla duayı bilmeyeceksin, asla şiirselliği bilmeyeceksin, asla sevgiyi bilmeyeceksin.

Kalbin zekâsı hayatında şiirselliği yaratır, adımlarına bir dans bahşeder, hayatını bir keyfe, bir kutlamaya, bir kahkahaya, bir şenliğe dönüştürür. Sana espri anlayışı verir. O sana sevme ve paylaşma kapasitesi verir. Gerçek hayat budur. Kafadan yaşanan hayat mekanik bir hayattır. Bir robota dönüşürsün; belki çok verimli olursun. Robotlar çok yararlıdır. Makineler, insandan daha verimlidir. Kafanla çok daha fazla kazanırsın ama daha çok yaşamazsın. Belki daha yüksek bir yaşam standardın olur ama hiç hayatın olmayacak.

Hayat kalbe aittir. Hayat sadece kalbin içinden yeşerir. Sevginin yeşerdiği, hayatın yeşerdiği, ruhun yeşerdiği toprak kalbe aittir. Güzel olan her şey, gerçekten değerli olan her şey, anlamlı, önemli olan her şey kalpten gelir. Kalp senin tam merkezindir, kafa ise sadece senin çeperindir. Kafada yaşamak merkezin hazinelerinin ve güzelliklerinin hiç farkına varmadan çeperde yaşamaktır. Çeperde yaşamak aptallıktır. Kafada yaşamak ahmaklıktır. Kalpte yaşayıp ne zaman gerekirse kafayı kullanmak zekâ ister. Fakat merkez, efendi varlığının tam merkezindedir. Efendi kalptir ve kafa ise sadece bir hizmetkârdır; zekâ budur. Kafa efendi haline gelip kalbi tamamen unuttuğu zaman ise bu aptallıktır.

OSHO - Zeka kitabından alıntıdır.

Renk Kodu: C: 20 M: 41  Y: 62 K: 13

29 Ekim 2013 Salı

Mevlana’dan Öğüt

188. Gün (Mevlana’dan Öğüt)

Paranı Ver, Gönlünü Ver, Canını Ver, Ama Sırrını Verme!

Günlerini Say, Kazancını Say, Büyüklerini Say, Ama Yerinde Sayma!




İşini Beğen, Aşını Beğen, Eşini Beğen, Ama Kendini Beğenme!

Emek Ver, Kulak Ver, Bilgi Ver, Ama Sakın Boş Verme!

Fidan Büyüt, Çocuk Eğit, Yoksul Besle, Ama Kin Besleme!

Davet Et, Hayret Et, Ülfet Et, Affet, Ama İhanet Etme!

Kitap Oku, Meslek Oku, Dünyayı Oku, Ama Lanet Okuma!

Elini Aç, Gözünü Aç, Kapını Aç, Ama Ağzını Açma!

Sınıfını Geç, Hayatını Seç, Rakibini Geç, Ama Gülüp Geçme!

Gönül Al, Dost Al, Yoldaş Al, Ama Beddua Alma!

Yaklaş, Tanış, Konuş, Uzaklaş, Ama Uşaklaşma!

Doğrul, Sayrıl, Evril, Devril, Ama Eğrilme!

Hislen, Tasalan, Seslen, Uslan, Ama Paslanma!

İtil, Ütül, Atıl, Katıl, Ama Satılma!

Mevlana


Renk Kodu: C: 67 M: 22  Y: 0 K: 0


28 Ekim 2013 Pazartesi

Bildiğim Bir Şarkı Var

187. Gün (Bildiğim Bir Şarkı Var)

Merhametsiz karanlık içindeyim
Ne zaman güneş doğacak bilmiyorum
Mavi denizlere mor dağlara karşı
Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum
Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum
Bütün şarkılar gibi kederli
Sokaklar, caddeler, evler bomboş
Yokluğun sırtıma saplandı bir bıçak gibi
Yokluğun sırtıma saplandı bir bıçak gibi
Akıtır taşa, toprağa kanımı
Dünya seninle aydınlık ve güzeldi
Şimdi bin güneş doğsa götürmez karanlığımı
Şimdi bin güneş doğsa götürmez karanlığımı
Yanmaz elinin değmediği ışıklar
Gel, o şarkıyı beraber söyleyelim
Tut ellerimden beni aydınlığı çıkar
Tut ellerimden beni aydınlığa çıkar
Yumdum gözlerimi seni düşünüyorum
Mavi denizlere, mor dağlara karşı
Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum

Ümit Yaşar Oğuzcan


Renk Kodu: C: 0 M: 25  Y: 0 K: 41

27 Ekim 2013 Pazar

Üç Heykel

186. Gün (Üç Heykel)

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.

Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.

En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.”


Renk Kodu: C: 14 M: 100  Y: 0 K: 0

26 Ekim 2013 Cumartesi

Acının Coğrafyası

185. Gün (Acının Coğrafyası)

kente kapandık kaldık tutanaklarla belli
sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden
yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar
ve her köşe bir tuzaktır
birer darağacıdır her meydan saati
öğle vaktini kesinlikle gösteren
oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır

çığlığım uzun uzun kalır içimde
yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde
rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde
ve gece duruşmasından yeni çıkmışken
sabahın terazisi eksik tartar gölgemi

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır
tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde
örneğin çukurova ve mekong köylerinde
acıdır ağacın gölgesini yapan
bunu herkes bilir

kutsal acı besleyen acı sütünü emiyoruz
yatıyoruz seninle terli döşeklerde
saati seninle kuruyoruz bir çalar saati
sen donatıyorsun kalbimizi
kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek
kendi çoğunluğunu kendi üreterek

kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat
mutsuzluk acıya varana kadar
artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi
öyle bir gölge ki belki çok dardır
kısa vakitlerinde aceleci akşamın

artık öyle açık ki kuşkuya yer yok
acıya hep yer vardır aramızda
dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi
bozuk paraları da umutsuzluğu da
aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum
güneşin yedi renk ayasını

biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır
şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum
ya da üst üste silah atsan
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar
belki değil mutlaka
ama
bir tanesi mutlaka kalır.

Turgut Uyar


Renk Kodu: C: 45 M: 0  Y: 87 K: 0

TURGUT UYAR

25 Ekim 2013 Cuma

Masumiyet

184. Gün (Masumiyet)

Masumiyet zengindir, tamdır, saftır.

Cahillik yoksuldur, o bir dilencidir; şunu ister, bunu ister, bilgili olmak ister, saygın olmak ister, varlıklı olmak ister, güçlü olmak ister. Cahillik arzunun yolundan ilerler. Masumiyet bir arzusuzluk halidir. Ama her ikisinin de bilgisiz olması nedeniyle onların doğası hakkında kafalarımız karışmış olarak kaldık. Aynı olduklarını farz ettik.

Yaşama sanatındaki ilk basamak masumiyet ve cahillik arasındaki ayrımı anlamak olacaktır. Masumiyet desteklenmelidir, korunmalıdır çünkü çocuk en muhteşem hazineyi, hikmet sahibi kişilerin ancak çok çetin gayretler sonucu bulduğu hazineyi beraberinde getirmiştir. Hikmet sahipleri tekrardan çocuk olduklarını, yeniden doğduklarını söylemişlerdir. Hindistan'daki gerçek Brahman, gerçek bilen kendisini "dwj"—iki kez doğan olarak adlandırmıştır. Neden iki kez doğan?  İlk doğuma ne oldu? İkinci doğuma neden ihtiyaç var? Ve ikinci doğumda eline ne geçecek?

İkinci doğumda eline geçecek şey ilk doğumda sana sunulmuş olandır ama toplum, ebeveynler, onu çevreleyen insanlar hepsini parçaladı, yok etti. Her çocuk bilgiyle tıkıştırılır. Onun sadeliği bir şekilde ortadan kaldırılmak zorundadır çünkü sadelik bu rekabetçi dünyada ona yardımcı olmayacaktır. Çocuğun basitliği dünyaya onu sanki bir avanakmış gibi gösterecektir; onun sadeliği her şekilde sömürülecektir.

Toplumdan korkarak, kendi yarattığımız dünyadan korkarak tüm çocukları kurnaz, uyanık, bilgili yapmaya çalışırız; güçlülerin sınıfında olmalarını isteriz, güçsüzlerin ve mazlumların değil. Ve çocuk bir kez yanlış yönde gelişmeye başlarsa, bu yolda ilerlemeyi sürdürür; tüm hayatı bu yönde ilerler.

Hayatı ıskaladığını anladığın anda geri getirilmesi gereken ilk prensip masumiyettir. Bilgini bırak, felsefelerini bırak. Yeniden doğ, masum hale gel ve bu senin elindedir. Kendin tarafından bilinmeyen her şeyi, ödünç alınmış her şeyi, gelenekten, kültürden gelen her şeyi zihninden temizle. Başkaları —ebeveynlerin, öğretmenlerin, üniversitelerin— tarafından sana verilmiş olan her şeyden kurtul. Yeniden, bir kez daha basit ol, bir kez daha bir çocuk ol.

OSHO – Olgunluk kitabından alıntıdır.

Renk Kodu: C: 57 M: 87  Y: 0 K: 0



24 Ekim 2013 Perşembe

Etme

183. Gün (Etme)

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme. 



Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme. 
Ey ay, felek harap olmuş, altüst olmuş senin için...
Bizi öyle harap, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer;
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,
O zehri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.

Mevlana

Birde Yılmaz Erdoğan'dan "Etme" şiirini dinleyin...
http://www.youtube.com/watch?v=mKpsy3fB-l0

Renk Kodu: C: 30 M: 25  Y: 100 K: 6


23 Ekim 2013 Çarşamba

Derin Düşünceler

182. Gün (Derin Düşünceler)








Diyorlar ki dost acı söyler?                           
Acıyı söyleyene Dost denilmez ki!                                                                                                
Seni sevmeyen acı söyler.                                                         
Dostun sana söyleyeceği acı dahi olsa senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler.

Şems-i Tebrizi

Benim acıyı tatlı dille söyleyen dostlarım var. Bir cümle kuruyorlar kalbimin en derinine işliyorlar. Bugün çok yazasım yok. Neden mi? Ben bunun üstüne bir cümle dahi koyamam ki… Hoş görün beni dostlar. Derin düşüncelere dalma vaktidir gönlümde.


Renk Kodu: C: 0 M: 62  Y: 30 K: 0

22 Ekim 2013 Salı

Çok Acı Çekiyorum.

181. Gün (Çok Acı Çekiyorum.)

Kalbim dayanmıyor bu kitaptaki satırları okumaya… Derin mi derin bir iç çekişin sesini duyuyorum kulaklarımda… Paylaşmak istedim.

"Tanrı biliyor ya, çoğu zaman bir daha uyanmama isteğiyle hatta umuduyla yatıyorum yatağıma; sabah gözlerimi açıpta güneşi gördüğümde içerliyorum. Ah, keşke suçsuz biri olsaydım da suçu havaya, öbür insanlara ya da başarısız girişimlerime atabilseydim, o zaman bu isteksizliğimin dayanılmaz yükü yarı yarıya hafiflemiş olurdu.

Vay halime! Fazlasıyla hissediyorum ki, bütün suç yalnızca bende – hayır, suç değil bu – bütün mutlulukların kaynağı içimde gizliydi bir zamanlar, şimdi ise bütün kederimin kaynağı gizli içimde, işte o kadar. Bir zamanlar duyumsamaların bolluğunda yüzen, adım başı bir cennetle karşılaşan, sevgisiyle bütün dünyayı kucaklayabilecek yüreği olan o kişi değil miyim ben artık?

Şimdi bu yürek ölü, içinden hiçbir coşku yükselmiyor artık, gözlerim kurudu ve insanı

ferahlatan gözyaşlarıyla artık canlanmayan duygularım, korkuyla alnımın kırışmasına neden oluyor. Çok acı çekiyorum; çünkü yaşamımın biricik coşkusunu, çevremde bana dünyalar yaratan o kutsal, o can veren gücü yitirdim; o güç yok oldu!
Penceremden uzaktaki tepelere bakınca sabah güneşinin sisleri deldiğini, uykulu yeşil çimenlerin üzerine ışık saçtığını, sevimli ırmağın yaprak dökmüş söğütlerin arasından kıvrıla kıvrıla bana doğru geldiğini görüyorum.

Fakat bu güzel tabiat cansız bir tablo gibi karşımda duruyor. Bütün güzellikler kalbimde bir damlacık bahtiyarlık uyandırıp beynime gönderemiyor. Tanrının huzurunda kurumuş bir çeşme, delik bir kova gibi duruyorum. Kaç defa kendimi yerlere atıp başının üstündeki göğün tunç gibi kaskatı durduğu ve toprakların susuzluktan çatladığı zamanlar yağmur isteyen bir çiftçi gibi Tanrı'ya bana gözyaşı vermesi için yalvardım.

Fakat biliyorum ki, Tanrı yağmurunu ve güneşini bizim bu öfkeli yalvarışlarımızla vermez. Ama şimdi, hatırladıkça içimi kemiren o eski günler neden öyle tatlıydı? Tanrının rahmetini sabırla beklediğim, bana verdiği sevinci içten ve minnet dolu bir kalple duyduğum için mi ?"

Genç Werther'in Acıları                                                                                                                           

 Johann Wolfgang von Goethe

Renk Kodu: C: 100 M: 95  Y: 65 K: 0

21 Ekim 2013 Pazartesi

Cesaret ve Dürüstlük

180. Gün (Cesaret ve Dürüstlük)

Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı. Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine, farklı bir şey yapmaya karar verdi bu hükümdar.

Ülkesindeki bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:

"Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçmemin vakti geldi. Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim." Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı. Hükümdar devam etti:

"Bugün her birinize bir tohum vereceğim. Tek bir tohum ama bu çok özel bir tohum... Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum. O zaman bana getireceğiniz bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim."

Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling, eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı. Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi. Ling, tohumu itinayla ekti, onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu. Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.

Üç hafta kadar sonra, Lingin mahallesindeki gençlerden bazıları tohumlarının nasıl açtığını, bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı. Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu. Gelgelelim, saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu. Haftalar birbirini kovaladı, ama değişen hiçbir şey olmadı.

Bu arada, Ling’in arkadaşları ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordu. Lingin ağzını ise bıçak açmıyordu, çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu. Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar. Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.

Aradan altı ay geçti. Lingin saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ. Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri, ya da ağaç fidanları olmuştu, ama onun koca bir saksısı, o kadar!

Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı hükümdara götüremeyeceğini söylediyse de, annesi saksıyı götürmesini ve dürüst davranmasını öğütledi. Lingin sıkıntıdan karnı bile ağrıdı, ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden sözünü tuttu. Böylece, o da boş saksıyı saraya götürdü.

Saraya ulaştığında diğer gençlerin getirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü. Hepsi de güzel renklerde, güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı. Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle güzel yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler, Lingin elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler. Birkaçı da onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup "Boş ver, elinden geleni yapmışsın!" dediler.

Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi. Bu sırada, Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu. "Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişsiniz öyle!" dedi hükümdar. "Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek."
Birden, imparator elinde boş saksıyı tutan Lingi gördü. Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti. Ling korkudan titremeye başladı. "Hükümdar başaramadığımı gördü, herhalde beni öldürtecek!" diye düşünüyordu.

İmparator, yanına getirilen Lingin ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Lingle alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Lingi yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti: "Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!" Ling kulaklarına inanamadı. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?

Hükümdar konuşmasına devam etti: "Bir yıl önce her birinize bir tohum verdim, onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim.
Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz. Tohumunuzun büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz.

İçinizden sadece Ling, kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak."

Renk Kodu: C: 51 M: 37  Y: 0 K: 0

20 Ekim 2013 Pazar

Aşkın Büyüklüğü

179. Gün (Aşkın Büyüklüğü)

Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dâhil…
Bir gün, adanın batmakta olduğu duygulara haber verilmiş… Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en son kalan duygu olmuş, çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman; Aşk yardım istemeye karar vermiş.

Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk, “Zenginlik, beni de yanına alır mısın ?” diye sormuş.
Zenginlik, “Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok.” demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir ‘den yardım istemiş.
- “Kibir, lütfen bana yardım et !”
- “Sana yardım edemem, Aşk.
- “Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin.” diye cevap vermiş kibir.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş:
- “Üzüntü, seninle geleyim.”
- “Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var.”
Mutluluk da Aşk’ın yanından geçmiş;
Ama o kadar mutluymuş ki Aşk’ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş.
- “Gel Aşk! Seni yanıma alacağım…”
Bu Aşk’tan biraz daha büyük birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşka yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk,
Bilgi ‘ye sormuş: “Bana yardım eden kimdi?”
- “O, Zamandı” diye cevap vermiş Bilgi.
- “Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?” diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
- “Çünkü sadece Zaman Aşkın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir…”


Renk Kodu: C: 0 M: 50  Y: 100 K: 11

19 Ekim 2013 Cumartesi

Kavanoz ve İki Fincan Kahve

178. Gün (Kavanoz ve İki Fincan Kahve)

Bir gün bir Felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler kavanozun dolduğunu ifade ederler.  Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlarda “Evet” doldu derler, profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler de koro halinde “Evet” derler.

Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler! Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek “Evet” diyerek;Ben bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım “ der. Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.

Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. “Şayet kavanoza önce kum doldurursanız...” diye anlatmaya devam eder. “Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz. Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur.

Bu Ara Bir öğrenci sorar; “Peki, O iki fincan kahve nedir?”
Profesör gülerek: “Bu soruyu bekliyordum, Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır…

Renk Kodu: C: 46 M: 38  Y: 98 K: 0 

18 Ekim 2013 Cuma

Eski Bir Letonya Masalı

177. Gün (Eski Bir Letonya Masalı)

"Çok eski zamanlardan birinde kötü bir âdet varmış. Yaşlılar artık iyice ihtiyarlayıp iş yapamaz duruma geldiklerinde ormana götürülür, orada yırtıcı hayvanlara bırakılırmış. Böylece zaten az olan yiyeceklerin, çalışan gençlere yetmesi sağlanmaya çalışılırmış. İhtiyarları belli bir yaştan sonra evde tutmak yasak olduğundan kimse yaşlı anne babasını evde gizleyemez, komşusu görüp ihbar edecek diye korkarmış. 

İşte bir gün yaşlılardan birini oğlu ormana götürüp bırakmak istemiş. Kış mevsimiymiş. İhtiyar, oğul ve küçük torun beraberce ormana gitmişler. İhtiyarı bırakmış dönüyorlarmış ki, küçük torun oyuncak kızağını dedesinin yanında unuttuğunu fark etmiş. Babasına dönüp almalarını söylemiş. Babası umursamayınca da: "Kızağımı almalıyım, yoksa sen yaşlandığında seni neyle ormana götürüp bırakacağım" demiş. Oğul o an anlamış ki, ihtiyar babasının kaderi, yaşlandığında kendi kaderi de olacak. Dönüp babasının ellerini çözmüş. Alıp eve geri getirmiş. Samanlıkta saklayıp her gün ona gizlice yemek vermeye başlamış. 

Bir süre sonra köyde hayvanlar arasında bir hastalık yayılmış. Hayvanlar birbiri arkasından ölüyormuş. İhtiyar oğluna şöyle demiş: "Hastaları iyilerden ayır. Onlara şu, şu otlardan ilaç hazırla. Sağlıklılara da şöyle şöyle yap.'' Oğlan ihtiyar babasının dediklerini yapmış. Gerçekten de onun hayvanları arasında ölüm azalmış. Çoğu kurtulmuş. 

Bayram geldiğinde her sene olduğu gibi, o sene de köy halkı kurbanlar kesmeye başlamış. İhtiyar oğluna şu öğüdü vermiş: "Köyde hayvan çok azaldı. Senin de fazla hayvanın yok. Bu sene kurban kesme." Gerçekten de bir iki ay içinde bütün köy tarlalarda çalıştırılacak hayvan sıkıntısı çekmeye başlamış. Ama ihtiyarın öğüdünü dinleyen gencin hayvanı varmış.

İlkbahara doğru köyde artık ekmek yapacak tahıl bile kalmamış ama asıl sorun, tohumluk olarak kullanabilecek kadar bile tahıl olmamasıymış. Tarlaya ne serpeceklerini, gelecek senenin mahsulünü nasıl hazırlayacaklarını bilemiyorlarmış. İhtiyar bu konuda da oğluna öğüt vermiş:
"Yavrum, ahırın çatısı samanla doldurulmuştur. Onları çıkar, yeniden döv. Oradan tohumluk buğday çıkarabilirsin." Oğlan, ihtiyar babasının dediği gibi yapmış. Köyde tohumluğu olan tek aile onlar olmuş. Bütün köy halkı bu gencin büyücü olduğunu düşünmeye başlamış. Öyle ya, herkesin işi kötü giderken, bu evde garip bir şekilde kötülüklere bir çare bulunuyormuş. Evi gözlemeye başlamışlar.

Sonunda da gerçek anlaşılmış, ihtiyar babanın hala yaşadığı ortaya çıkmış. Köylüler genci krala şikâyet etmiş. Kral önce yasalarını hiçe sayan gence kızmış. Ama olup bitenleri dinledikten sonra iyi ve yerinde bir öğüdün çok şeyi değiştirebileceğini kabul edip, ihtiyarlarla ilgili yeni bir kanun çıkarmış.
"Bundan böyle çocuklar, anne ve babalarına yaşlılıklarında bakacaklar. Onların gönlünü hoş tutacaklar. Çünkü onların hayat deneyimlerinden her zaman için öğrenebilecekleri şeyler var."


Renk Kodu: C: 12 M: 56  Y: 22 K: 23

17 Ekim 2013 Perşembe

Gül Yaprağı

176. Gün (Gül Yaprağı)

Müthiş bir hikâye paylaşmak istiyorum sizlerle…


“Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı, içerideki Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı. Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. 

Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı. İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.


Renk Kodu: C: 17 M: 62  Y: 68 K: 0