31 Mayıs 2013 Cuma

Afgan Kızı

37. Gün (Afgan Kızı)

Afgan kızıyla ilgili belgeseli ilk izlediğimde gerçekten çok etkilenmiştim; çünkü yıllarca bu fotoğrafı her gördüğümde merak ederdim. Gerçekten de bu kız kimdi? Bu belgeselde bu sorunun cevabını almıştım.  Şimdi size bir fotoğrafın hikâyesini anlatacağım. Önce fotoğrafa bakın… Hepinizin bu gözlere aşina olduğunuzu biliyorum.
Sovyetler Birliği ve Afganistan arasındaki savaş sırasında öksüz kalan kızın fotoğrafı 1984 yılında Pakistan'da bulunduğu mülteci kampında Steve McCurry tarafından çekildi.  Bu Afgan kızı kamptaki okulda öğrenciydi. Afgan kadınlarının fotoğraflarını çekmek konusunda zorluklar yaşayan Steve McCurry, eline geçen her fırsatı değerlendiriyordu. Afgan kızı fotoğrafın çekildiği sırada yaklaşık on üç yaşındaydı. Bu fotoğraf, National Geographic 1985 Haziran sayısında "Afghan Girl" (Afgan Kızı) başlığıyla yayımlandı. Keskin bakışları ve yeşil gözleriyle, seksenli yıllardaki Afgan savaşının ve mültecilerin tüm dünyaya yayılan simgesi oldu. Fotoğraf ayrıca yayın dünyasında en fazla bilinen fotoğraf ünvanına sahip oldu.

Afganistan batı medyası için uzun bir süre ulaşılmaz olduğundan, on beş yıldan uzun bir süre Afgan Kızın kimliği bilinmezliğini korudu. Bu süreç Taliban rejiminin 2001'de yıkılmasına kadar sürdü. Bu zaman zarfında Steve McCurry ona ulaşmak için girişimlerde bulunduysa da başarılı olamadı.
2002 yılının Ocak ayında, bir National Geographic ekibi Afgan kıza ulaşabilmek için Afganistan'a gitti. Steve McCurry onun geçmişte kaldığı Pakistan'da bulunan mülteci kampını ziyaretinde, kızın erkek kardeşini tanıyan birine rastladı. Böylece ekip, 1992'de mülteci kampından ayrılıp ülkesine dönen kıza, Afganistan'ın ücra bir bölgesinde ulaşmayı başardı. Fotoğrafın göz irisinin biyometri teknolojisi ile incelenmesi sonucu Afgan Kızının Şarbat Gula olduğu kesinleşti. Daha önce ya da sonra hiç fotoğrafı çekilmeyen Gula, 1984'te mülteci kampında fotoğrafının çekilişini tüm canlılığıyla anımsıyordu. Seksenli yılların sonunda evlenen Gula artık üç çocuk annesiydi. Gula'nın hikâyesi National Geographic'nin 2002 Nisan sayısında, kendisini konu alan bu belgesel de 2002'nin Mart ayında yayınlandı.
Şarbat Gula, 1972 doğumludur ve Peştun kökenli bir Afgandır. Şimdi kimliği belirlendikten sonra çekilen fotoğraflarına bakın lütfen ve bu belgeseli bulursanız mutlaka izleyin. Gerçektende bulunma aşamasını ayrıntılarıyla anlatan belgeselde fotoğrafçı ile buluşma anını izlerken gözlerimden yaşların aktığını hatırlıyorum.
 











Savaşların evsiz bıraktığı milyonlarca mülteciyi saygıyla buradan anıyorum. Vatansız kalan her bireyin kendi vatanlarına kavuşması en büyük dileğimdir.

Vikipedi' den yararlanılmıştır.

RENK KODU: C:19 M: 79 Y:0 K: 0

30 Mayıs 2013 Perşembe

Keçiboynuzu ve Pırlanta

36. Gün (Keçiboynuzu ve Pırlanta)

Keçiboynuzu (Ceratonia siliqua), baklagiller (Fabaceae) familyasından olup Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü yerlerde doğal olarak yetişen ve baklaları (meyveleri) yenen, her daim yeşil çalı ya da ağaç formunda olan bir bitki türüdür.



Özellikle antik dönemde meyveleri çok tüketilirmiş. Baklayı andıran meyvesi sıcakların etkisiyle karardığı zaman olgunlaşır ve bu dönemde toplanır. Tozu çikolata ve kakao yapımında kullanılır; tozundan bir tür kahvede elde edilir. Keçiboynuzu (Harnup), gölgesi serinlik veren kendiliğinden güzel bir biçim alan heybetli bir ağaçtır.
Bir rivayete göre, Lokman Hekim, günlerden birinde Anadolu' nun güneyindeki insanların dertleriyle ilgilenmek üzere yola çıkar. Toros Dağları 'ndan aşağıya inip Akdeniz'e doğru ilerlerken limon ağaçlarını görür. Orada yaşayan insanların daha sağlıklı olabileceğini düşünerek ilerlerken yolunun sağının solunun keçiboynuzu ağaçlarıyla örtülü olduğunu görür. Orada durup yanındakilere "Buranın insanlarının bana ihtiyacı olmaz." deyip geri döner.


Prof. Dr. Aydın Akkaya’ nın açıklamasına göre,
"Keçiboynuzu çekirdeği, doğada ağırlığı değişmeyen bir tohumdur. Bütün tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için, hem de içine su alma olasılığı çok az ve çok uzun zamana bağlı olduğu içindir. Bu nedenle Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. 16 tanesi bir dirhem eder. Dirhem, değişmekle birlikte 3 gr. ağırlığı temsil etmektedir. Satıcı iki dirhemlik (32 çekirdek) bir şey satarken lütfedip 1 çekirdek fazla tartarsa bu, malı alanın itibarını gösterir. Olağandan fazla giyinen, süslenen vb. kişilere iki dirhem bir çekirdek denmesi bundan kaynaklanmaktadır."
Ve en önemlisi de Pırlantanın ağırlığı karat ile ölçülür. Karat ağırlığı, pırlantanın en kolay ölçülebilir niteliğidir. "Karat" sözcüğü, eski mücevher tüccarlarının pırlantalarını tartmak için kullandıkları "carob" adı verilen keçiboynuzu tohumundan gelmektedir. Bu tohumların ağırlığı, şaşılacak derecede birbirine benzerlik gösterir. Eskiden 1 karatlık pırlanta 1 keçiboynuzu tohumunun ağırlığına eşittir.

Şaşırmamak elde değil…

RENK KODU: C:30 M:6 Y:0 K: 0

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Avustralya’nın Pembe Gölü

35. Gün (Avustralya’nın Pembe Gölü)

Bugün öyle bir coğrafyaya gideceğiz ki kendinizi bir masal karesinin içinde zannedeceksiniz. Önce doya doya fotoğrafa bakın ve şaşırın sonra da bu muhteşem doğa olayı ile ilgili yazıyı okuyun.




Hillien Gölü  Avusturalya’ nın batısında bir adada yer almaktadır. Mliddle Adası, Batı Avustralya'nın güney sahilleri boyunca uzanan Recherche Takımadalarını oluşturan yüzden fazla küçük adadan biridir. Gölün genişliği 250 metre, genişliği 600 metredir Oldukça sığ bir göldür. Suyunu bir bardağa doldurduğunuz zaman bile pembe olarak kalmaktadır. İçinde yoğun miktarda tuz vardır.

Okaliptüs ve cajeput (Avustralya'ya özgü bir ağaç) ağaçlarından oluşan yemyeşil bir ormanla kuşatılmış olan gölün çevresi beyaz tuz kümeleriyle çevrilidir. Okyanusun güzel mavi sularından dar bir kum şeridiyle ayrılır.
Gölün pembe rengi, 1950'li yıllarda bir grup bilim insanı tarafından incelenmiştir. Çok tuzlu sularda bir çeşit kırmızı pigment üreten su yosunu türü olduğunu düşünmüşler. Bu suyosununu bulmak için araştırmalar yapmışlar fakat bulamamışlar. Bu yüzden de gölün rengi de bir giz olarak kalmıştır.
Middle Adası'ndaki bu pembe göle ait ilk kayıt 1802 yıllarına kadar gitmekteymiş. İngiliz gemici ve su bilimci Matthew Flinders Sidney'e doğru giderken bu adaya uğramış. Flinder'ın ziyaretinden sonra adaya ticari amaçlarla kısa süreliğine gidip gelenler olmuş. 1820 ile 1840’lı yıllar arasında fok ve balina avcıları adaya yerleşmiş. Ayrıca 20. yüzyılın başından itibaren gölden tuz çıkarılmış; ancak tuz üretimi sadece on yıl sürebilmiş ve o tarihten bu yana adaya ve pembe gölüne uğrayan olmamış.

Hillien Gölü, Avustralya'daki diğer pembe göller arasında gizemini koruyan tek göl; çünkü neden pembe olduğu şu ana kadar öğrenilememiş.

İşte coğrafya böyle bir bilimdir. Okulda sadece dağları, ovaları, akarsuları ezberlemek gibi algılanan ama aslında bambaşka unsurları içinde barındıran son derece geniş bir alanı olan muhteşem bir bilimdir. Bir coğrafyacı olarak öğrencilerimde oturtmaya çalıştığım şey coğrafi bir bakış açısı kazanmalarını sağlamaktır. Bu bakış açısı oturunca inanın bana zor bir ders olsa bile ilgiyle dinlediklerini söyleyebilirim… İnşallah öyledir diye düşünüyorum. :):)


RENK KODU: C: 40 M:100 Y: 90 K: 5






28 Mayıs 2013 Salı

Arjantin’deki Yazıları Kaybolan Kitap

34. Gün (Arjantin’deki Yazıları Kaybolan Kitaplar)

Sevgili dostlar, sizinle güzel bir gelişme paylaşmak istiyorum. Öğrencilerim benim cehalete karşı olduğumu ve bir blog açarak cehaletle savaştığımı biliyorlar. Bir grup öğrencim hatta yazacağım konularla ilgili fikirlerde bulunuyorlar. Onların bu destekleyici çabası inanın beni çok mutlu ediyor.

Neyse bugün ki yazımın konusu hakkında bana bilgilendirme yapan 9. sınıf öğrencilerimden Nazan Yıldız’a buradan teşekkür ediyorum.

Gelelim konuya… Bana ilettiği bilgiyi araştırdım ve gerçektende çok etkilendim. Arjantin’ deki bir yayınevi “Bekleyemeyen Kitap” ismiyle Latin Amerika öykülerinden oluşan, “Gelecek Bizim Değil” başlığı taşıyan bir kitap hazırlamış.

Kitabın özelliği ise şu:  Uçucu mürekkep kullanılarak hazırlanan kitap, paketinden çıkartıldığı andan itibaren 2 ay içinde boş sayfalara dönüşüyor.

"İlk denemesinde okuyamayanlar bir daha asla okuma şansı bulamayacak." sloganını kullanan yayınevi, bu tekniği ikinci baskısını yapılmayacak olan kitaplar için kullanacağını duyurmuş.

Daha çok yeni yazarları teşvik için hazırlandığı belirtilen tekniğin sorumlusu ise yaptığı açıklamada " Yeni bir yazarın kitabı bir kütüphanenin tozlu raflarında aylarca hatta yıllarca bekleyebiliyor. Ancak edebiyatın yeni vaatleri, bir kitabın ikinci baskıya ulaşması için yayınevlerinin daha çok şeyi bilmesini gerektiriyor. Bu sebeple bu kitap kendisini yok ederek yeni yazarların yok olmamasına çalışıyor." şeklinde konuşmuş. Ağzı kapalı ve hava almayan bir paket içinde satışa sunulan kitabın sayfalarındaki yazı, hava ve güneşle temas edince 60 gün içinde tamamen siliniyor. Bu sebeple kitabı alan kişinin, bu kitabı bir an önce okumaya başlaması ve yazılar silinmeden önce okumayı bitirmesi gerekiyormuş.

Paketin dış yüzünde ise  "Dikkat bu kitabın içeriği iki ay içinde yok olur." yazıyormuş. Kitapla ilgili tanıtımı buldum. İncelerseniz sevinirim.

Şimdi gelelim asıl yazmak istediğime, haberin yapıldığı sitelerdeki yorumlara kısaca bir göz gezdirdim. Kimisi bu olayı çok çarpıcı bulurken, kimisi saçmalık olarak değerlendirmiş. Bir başkası ise kağıt israfından bahsetmiş ama defter olarak pekala kullanılabilir. Konuya tamamen maddi bir bakış açısı ile bakanlarda olmuş.

Naçizane benim fikrime gelince; bunu kitaplara değer veren biri olarak söylüyorum. Bu bir çeşit çığlık… Sizinde fark edeceğiniz gibi bunu yeni yazarların tanıtımı için yapıyorlar. Kitapları satılmayan bu yeni yazarlar bir daha kitap yazmak istemeyebiliyorlar. Bu da yazma inançlarının kaybolmasına neden olabiliyor.  

Bu şekilde yazdıkları defalarca reddedilen yazarlara bir göz atalım isterseniz.

Jane Austen'ın 3 romanını 17, Richard Bach'ın Martı'sı 18, Adam Fawler'ın Olasılıksız 50, Paul Auster'ın kitabını 17, Tavuk Suyuna Çorba kitabını tam tamına 140 yayınevi tarafından "satılması çok zor" diye reddedilmiş. Yüzüklerin Efendisi'nin "Satmaz", Harry Potter'ın "Fazla kalın ve pahalı" bulunmasını da hatırlatalım.
Gülten Dayıoğlu'nun, Türkiye'nin ilk çocuk best-seller'ı olan romanı Fadiş, bir yarışmada ilk on roman arasında seçilmesine rağmen yıllarca raflarda beklemiş. Ayşe Kulin 25 yıl romanlarını basacak bir yayınevi aramış. Buket Uzuner ilk romanının hemen hemen tüm yayınevleri tarafından reddedildiğini anlatır.

Şimdi düşünüyorum da bu önemli yazarlara daha ilk romanlarında fırsat verilseydi şimdi edebiyat dünyasına daha çok eser vermiş olmazlar mıydı? Ya da bu insanlar reddedildikleri için mi başarılı oldular? Bunu iki bakış açısını da düşünmek uzun uzun düşünmek lazım…

Şunun da altını çizmeden geçmeyelim ki reddedilen kitapları basılıp, okuyucu kitlesi ile buluştuğunda başarıya ulaştıkları için daha çok kitap yazmışlar.

Siz nasıl yorumlarsınız dostlar bunu bilemiyorum. Bu arada bu bilgiyi yazmazsam içim rahat etmeyecek  “2011 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca hazırlanan "Türkiye Okuma Kültürü Haritası"ndaki sonuçlara göre, Türkiye'de nüfusun %30'u okuma yazma bilmezken, düzenli kitap okuyanların oranı ise %0.01’miş.

Ah benim güzel ve yalnız ülkem, neden cehaletin karanlığında kalmak için bu kadar direniyorsun?

Daha bir şey yazmayayım; çünkü gerçekten de kalbim sızlıyor yazdıkça…


Gelin biraz kitaba değer veren ve okuyan ülkelerin kütüphanelerinde gezinelim…


RENK KODU: C:60 M:90 Y:0 K: 10

Hollanda'daki Utrecht Üniversitesi Astronomi Kütüphanesi
Kopenhag, Danimarka Kraliyet Kütüphanesi Black Diamond
Kraliyet Kütüphanesi El İspanya'da Escorial
México City, Meksika José Vasconcelos Kütüphanesi
Seattle, Washington Washington Üniversitesi Suzzallo Kütüphanesi

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Türk Kahvesi

33. Gün (Türk Kahvesi)

İşten yorgun geliyorsun ve güzel bir fincan Türk kahvesi içiyorsun. Bütün yorgunluğunu alıyor. Neyse biz konumuza dönelim. Bugün Türk kahvesi konusunda araştırma yaparken ilginç bir siteye rastladım. Tabi araştırmacı kimliğim hemen sayfayı taradı ve çok memnun kaldı. Dedim bu siteyi mutlaka tanıtmalıyım. Siteden bazı alıntılar yapacağım.




7 ADIMDA MÜKEMMEL TÜRK KAHVESİ KILAVUZU

1. Taze kavrulmuş, pudra inceliğinde çekilmiş Türk Kahvesi çekirdeklerini kullanın,

2. Her porsiyon için bir tepeleme tatlı kaşığı (7-8 gr.) kahveyi, boş ve kuru olan cezvenin içine koyun. Not: Kahvenin köpüğünün ideal kıvamda olması ve kahvenin yeterince kabarabilmesi için porsiyon miktarına uygun boyutta cezve kullanın.

3. Arzu edilen miktarda şeker ilave edin. Aşağıdaki ölçüleri kullanın.

Sade – Hiç şeker eklemeyin
Az şekerli – 1 küp (2-3 gr.) şeker
Orta şekerli – 1.5 küp (3-4.5 gr.) şeker
Tatlı / şekerli – 2 küp (4-6 gr.) şeker

4. Her porsiyon için bir kahve fincanını oda sıcaklığında su ile doldurun ve cezveye ilave edin.

5. Cezveyi ateşin üzerine yerleştirmeden önce malzemeyi iyice karıştırın (Ateşin üzerine yerleştirdikten sonra kesinlikle karıştırmayın).

6. Cezveyi düşük ayarda olan ateşin üzerine yerleştirin (ortalama 3 dakikaya denk gelecek şekilde pişirin).

7. Eşit köpük dağılımı için;

  • İlk kabarma (yaklaşık 80 derece) : Kahve köpürmeye başlayacaktır. Köpük cezveden taşmadan önce cezveyi ateşten kaldırın ve köpüğü eşit şekilde kahve fincanlarına dökün. Sonra cezveyi tekrar ateşin üzerine yerleştirin.
  • İkinci kabarma (yaklaşık 90 derece): Köpük tekrar yükselecektir. Kahve taşmadan önce cezveyi ateşten kaldırın. Bir kaç saniye kahvenin dinlenmesine izin verin. (Tercih ederseniz bu aşamayı tekrarlayabilirsiniz fakat kahveyi kaynatmamaya özen gösterin, aksi takdirde kahve acı ve sulu olacaktır
  • İlk kabarmada olduğu gibi diğer kabarmalarda köpüğü fincanlara eşit olarak paylaştırın, böylece bütün fincanlarda eşit miktarda kahve bulunacaktır. Servise çıkacak kahvelerin yanında bir bardak su ikram edin.


Gelelim bu sitenin kime ait olduğuna. Site “Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği”ne ait... 
Web adresini ekliyorum.  Mutlaka ziyaret etmelisiniz.

Türk Kahvesi ile ilgili çok güzel bilgilere ulaşabilirsiniz. Kahvemizi tanıtmak için yaptıkları çalışmalar son derece takdir edici. Ben buradan derneği ait yayınları paylaşmak istiyorum. Projeler kısmını mutlaka incelemelisiniz… Sitede ki bu cümleyi ise çok beğendim.

“ BU TOPRAKLARDA 600 YILDIR TÜRK KAHVESİ İÇİLİR.”

Bu arada bakarsınız dostlar bir gün Bodrum’da bir araya gelir. Güzel bir Türk kahvesi eşliğinde sohbet ederiz…


RENK KODU: C: 5 M:46 Y:100 K: 21



Derneğin Yayınları

26 Mayıs 2013 Pazar

Kar Kristalleri


32. Gün (Kar Kristalleri)

Kar ne güzel yağar değil mi? Hele her yeri kaplayınca muhteşem bir görsel şölen ortaya çıkar. Yaza girdiğimiz bu güzel mayıs ayında karlardan bahsetmek biraz olsun içimizin serinlemesine neden olur diye düşündüm.




Kar Kristalleri Kitabı
Bütün kar kristallerinin hepsi altı köşelidir. Peki neden? Konunun uzmanlarının açıklamalarına göre kristalin şeklini belirleyen temel özellik bu altıgen su moleküllerinin tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirlerine kenetlenmesidir. 

Hiçbir kar kristali birbirine benzememektedir. Bu konuda ilk araştırma yapan kişi Amerikalı bir bilim adamı olan Wilson Bentley’dir. Mikroskopla büyütülen kar taneleri bilim adamını o kadar etkilenmiştir ki tam 50 yıl boyunca durmadan kar kristallerinin fotoğraflarını çekmiştir. Çektiği 6000 foto içinde birbirine benzeyen iki kar tanesine rastlamamıştır. İstatistik olarak mümkün olmasına rağmen, yere inerken kristalin maruz kaldığı sıcaklık ve nem çok fazla değişkenlik gösterdiği için aynı şekilde iki kristal oldukça ender oluşur.

Birbirinin aynısı iki kar kristali 1988 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Wisconsin eyaletinde tespit edilmiştir. Çapları 2-4 mm, ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gram olan kar tanecikleri havanın gösterdiği direnç sebebiyle süzülerek (limit hızla) yere inerler. Bu inme sırasında tanecikler birbirlerini ittiklerinden yapışmazlar. Özelliklerini koruyarak yere inerler. Bunlar gün ışığını tamamen yansıttıkları için beyaz olarak görülürler.

Eğer inerken birbirlerine yapışsalardı kesinlikle kafamıza çığ yağardı. J Korkunç olurdu…

Yapılan araştırmalarda bütün yağışların altı veya sekizde birinin kar olarak gerçekleştiği anlaşılmıştır. Kar, yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin ana kaynağıdır.

10. sınıf coğrafya kitabında bir grafik vardır. Dünya’daki suyun dağılımını gösterir. Fotosunu ekleyeceğim lütfen inceleyin. Bakın Dünya’da var olan suyun sadece % 3’ü tatlı sudur ve bu tatlı suyun % 68,3’ü buz dağları ile buzullarda tutulmaktadır. Muazzam bir oran…

Dünya’nın bütün sırları buzullarda saklıdır. Biz kutuplara “Soğuk Çöller” deriz. Bunun nedeni nem miktarı çok az olduğu için buralarda yağışın çok az olmasıdır. Hemen şu soru gelir ardından? O zaman onca buz ve kar nerden geldi? Biz de cevap veririz; onlar az yağar ama sıcaklık düşük olduğu için erimezler. Bu yüzden de üst üste tabakalanırlar. Neyse bilim insanları buzullardan uzunlamasına bir parça alırlar. Sonra laboratuar ortamında bu katmanlı buzulları parça parça eritirler. Ortaya çıkan karbon gazı milyonlarca yıl önce yağmış olan karın dönemindeki iklimin belirlemelerini sağlar. Bu sayede o dönemde yaşamış canlıları ve o zaman ki Dünya’ nın durumunu öğrenirler. Hatta Patagonya’ da (Arjantin’in güneyi) bu şekilde yapılan bir araştırma da Sahra Çölü’nün kumlarına rastlamışlar. Bu da o dönemde güçlü rüzgârların olduğunun kanıtı olarak karşımıza çıkar.


Güzel buzul fotoğraflarıyla sizi baş başa bırakayım…


RENK KODU: C: 15 M:21 Y:100 K: 46

Antarktika insan yaşamı olmayan tek kıtadır.

Antarktika

Grönland Danimarka'ya bağlı bir adadır.


Grönland'da 100 yıl yetecek kadar doğalgaz bulunmaktadır.

Grönland 'daki doğalgaz nedeniyle ABD ve Danimarka adanın gerçek sahiplerini göçe zorlamışlardır.

Grönland

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bodrum Mandalini

31. Gün (Bodrum Mandalini)

Bodrum’da yaşayan biri olarak blogumda haftada bir gün Bodrum’u diğer yönleriyle anlatma kararı aldım. Bodrum sadece magazin programlarında görüldüğü gibi değildir. Onun daha kendine özgü halleri vardır. İnsanın ruhuna işleyen yanları vardır. Dört mevsimin her biri ayrı ayrı güzelliklerini Bodrum’a armağan ederler. Bir ilkbaharı vardır tadına doyulmaz, bir yazı vardır dillere destan, bir sonbaharı vardır insanın içine dokunur, bir kışı vardır ruhunu alır…

Hesapladım bu 365 günlük yolculuğum boyunca sizler bu dört mevsimde de benimle olacaksınız. Bu da demek oluyor ki 4 mevsim Bodrum’u dinleyeceksiniz benden… Elbette kimi zamanlar zorlukları da yok değildir. Size televizyonlarda anlatılanların dışındaki Bodrum’u anlatacağım. O sürprizlerle doludur.

Bundan 1 ay önce Temmuz sıcaklarıyla boğuşuyorduk. Hatta Nisan sonunda o kadar sıcak oldu ki denize bile girdim. Şu an bu yazıyı yazarken ayaklarımda çorap sırtımda hırka var. Böyledir Bodrum işte… 

Bodrum’u anlattığım yazılarımda kendi fotoğraf makinemden çıkan fotolar da size eşlik edecek. İnşallah Bodrum’un diğer yönlerini size en güzel şekilde yaşatabilirim. Elbette bunlar bilgi içerikli yazılar olacak.

Şubat ayında mandalin bahçesinde çekildi.
Bugün Bodrum mandalinini anlatacağım size. Dünya tarım literatüründe “Bodrum Yerli Mandalini” olarak bilinmektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen yani kısacası Akdeniz iklim koşullarının görüldüğü bölgelerde yetişir. Güzel ve yalnız ülkeme 20. yy’ın başlarında Doğu Ege Adalarından ve Filistin’den getirildiği bilinmektedir. Güney Ege’de özellikle Bodrum Yarımadası’nda üretimi yapılır. 

“Kokulu Mandalin” olarakta anılmaktadır. Ağaçları orta büyüklüktedir. Dal yapısı çok fazla, ince dallı ve söğüt yapraklıdır Yaprakları mızrak ucu şeklindedir. Meyve orta ekseni açık olup, meyve başına ortalama 19 çekirdek bulunmaktadır. Yüksek su oranı ile kaliteli bir türdür. Kabuk rengi açık sarı portakal ya da portakal renginde ve yüzeyi hafif pürüzlüdür. Ocak-Şubat aylarında olgunlaşır. Soğuklara karşı oldukça dirençlidir. Meyve eti sarı-portakal rengindedir. Meyve kabuğu orta ince kalınlıktadır, kalınlığı 3 mm civarındadır. Kabuk meyve etine son derece zayıf bağlıdır, dolayısı ile çok kolay soyulur. Meyvesi orta veya orta küçük boyda ve yassı şekildedir.

Şimdi Bodrum mandalini ile neler yapılıyor ona bakalım. Eeee Bodrum’a gelince mutlaka bunları denemelisiniz.

Bir kere sabahın o temiz Bodrum havasında yapılan kahvaltılar asla Bodrum mandalininden yapılan reçelsiz olmaz. Sırt o turuncu rengi bile insanın iştahını açmaya yeter… 

Sonra yazın deniz kıyısında olduğunuz sıcak öğle vakitlerinde, serin bir Bodrum mandalin gazozu müthiş bir tercih olur.
 
Daha sonra akşamüstü kahve keyfi yaparken yanında mandalinalı lokumsuz olur mu? Değmeyin keyfinize…

Ha bir de tatiliniz bitip de dönme vakti geldiğinde mutlaka yanınıza mandalin kolonyası alın. Bu sayede kışın ortasında buram buram kokan mandalin kolonyası size yaşadığınız o güzel tatilinizi ve Bodrum’u hatırlatır…




Ne demiş Cevat Şakir yani Halikarnas Balıkçısı;

Yokuş başına geldiğinde Bodrum'u göreceksin
Sanma ki geldiğin gibi gideceksin
Senden öncekiler de böyleydiler
Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler.

Bir de üstüne bu şarkıyı dinlemek ruhunuza iyi gelecektir…

RENK KODU: C: 0 M:5 Y:57 K: 0


Şubat ayında bir mandalin bahçesinde çekildi.

Aynı bahçeden bir başka kare

Nisan ayında temmuz sıcaklarının yaşandığı gün Yalıçiftlik'te  çekildi. Deniz buz gibiydi.